Artık bu güzel manzarayı geride bırakıp Sagada’ya gitmek zamanıydı. Bontoc’a giden jeepneye atladım (80P). Filipinler’in bu en büyük adası Luzon’un Ifugao bölgesinden Mountain Province olarak adlandırılan diğer dağlık bir bölgesine geçiyordum. Dağlar ve vadiler, pirinç tarlaları, küçük kasabalar, köyler… Şahane manzaralar bunlar. Seyahat konforlu değil, ancak manzaranın güzelliğine diyecek yok. Bontoc’ta indim. Jeepneyin büyük bir bölümü benim gibi gezginlerden oluşuyordu. Onlar diğer jeepneye atladılar hemen, Sagada’ya gidecek olan. Bense bu yörenin tüm geleneksel kabile hayatını sergileyen müzeyi görmeden gitmek istemedim.
Müze jeepney durağından yürüyerek sadece 10 dakika uzaklıkta. Sırt çantam Manila’da bıraktığımdan, rahatlıkla bu müze gibi, kısa mesafelerde çevreyi keşfetme fırsatını rahatlıkla bulabiliyorum. Yoksa bu sıcakta 20-30 kilo sırt çantası ile birkaç yüz metreyi yürümek bir nevi işkence olabilirdi. Müzenin dış demir parmaklıklı kapısı kilitliydi. Bir rahibe bana kapıyı açtı. Müze ücreti olan 50P ödediğimde, fotoğraf çekmenin yasak olduğunu söyledi. Buna anlam vermek zor yani. İçeride geleneksel yaşamı anlatan biblolar, fotoğraflar, pişmiş topraktan yapılmış geleneksel mutfak eşyaları, müzik aletleri, savaş aletleri var. Neden fotoğraf çekilmesin ki? Fotoğraf en güzel paylaşım araçlarından biridir, çok şeyi anlatır. Duvarda bu yörenin etnik ve kabile gruplarını kategorize eden panoyu fotoğraflayabilir miyim diye soruma “hayır” cevabı alınca kesin karar verdim. Benim rahibeyi pek dinleyeceğim yok. Bu kadar da olmaz yani. Her şeyin fotoğrafını çekecektim. Cebimde nasılsa Iphonum var.
Müze, 2 ayrı, 2 katlı tarihi bir binadan oluşuyor. Bölümleri gezerken ben tek başınaydım, bir süre sonra rahibe dışarı çıkınca, görülebilecek en özgün müzelerden biri olan Bontoc Müzesi’ndeki eserlerin fotoğrafını birer birer çektim. Hele kabile yaşantısını gösteren siyah beyaz fotoğraflar inanılmazdı. Daha 50-100 yıl öncesine kadar burada yaşayan kabileler geleneksel yaşantılarını süregelmişler. Geleneksel kıyafetler, seremoniler, kafa avcılığı gelenekleri, köy yaşantıları hakkında epeyce fotoğraf var. Fotoğrafları çeken batılıları nasıl yememişler şaşırtıcı doğrusu. Borneo’daki kabileler gibi bu civardaki kabileler de düşmanları olan kabilelere saldırıp kafatası avcılığı yapmışlar.
Müzenin dışındaki bahçede ise 5-6 tane gerçek kabile kulübeleri bulunuyor. Yerden yüksekte yapılan bu kulübelerde yine kabilelerin kullandıkları eşyalar da sergileniyor. Kulübelerin mimarisini, köy yaşantısının örneklerini, hayvan barınaklarını, geleneksel tarım araçlarını incelenebiliyor. Doyurucu, bilgilendirici, farklı bir müzeydi doğrusu. Rahibeye teşekkür edip ayrıldım.
Jeepneye atladıktan (45P) 2 saat sonra Sagada’ya ulaştım. Oda fiyatını sorduğum, hoş manzaraya sahip bir otel bana 700P (30 TL) fiyatını verince arkama bakmadan dışarı çıktım. Banaue ve Batad’ta 200-300P ücretler ödemiştim. Bu küçük kasabada bu fiyatı ödemeye niyetim yoktu. Gerçi bu oda fiyatı, 2 kişi olduğunuzda makul ama benim gibi yalnız gezenler için oldukça pahalı. Yolu devam edip biraz daha aşağıda The Green House adlı bir pansiyona yerleştim 200P (8,5TL). Odanın tamamı ahşapla kaplı, şirin bir yer.
Kasaba merkezi sadece uzun bir caddeden oluşuyor. Kurulduğu yer ve manzarası şahane olmasına rağmen, pek de sevimli bir havası yok. Sokaklarda, dükkan önlerinden işsiz güçsüz oturan çok sayıda genç var. Bu bölgede çeşit çeşit uyuşturucuları kolaylıkla bulmanız mümkün. Herkes zaten momma adı verilen kafa yapan kırmızı renkli bir şeyi çiğniyor. Akşama doğru sokakta balık satıcıları beliriyor. Sagada’nın denize kıyısı yok ama birkaç saat uzaklıktaki denizden avlanıp getirilen balıkların kilosu 140P (6TL). Havası gündüzün güzel ama gece oldukça serin.
Bontoc Kasabası‘na 18 km uzaklıktaki Sagada, küçük bir kasaba olmasına rağmen çok sayıda aktivitenin yapılabileceği bir yer olmasıyla maceraperest gezginlerin popüler bir durağı. Hala geleneksel kültürlerini güçlü bir şekilde koruyan çok sayıda geleneksel köy keşfedilmeyi bekliyor. Bu köylerdeki pirinç ekimi ve harmanı, düğün ve cenaze gibi seremonilerinin görülmeye değer olduğunu okudum. Echo Vadisi en yakın yürüyüş alanı ve bu vadi yerlilerce kutsal kabul ediliyor. Vadideki kayalara asılı tabutları dünyanın başka yerinde görmek mümkün müdür bilmiyorum? Çok sayıda şelale, ve trekking parkurları bulunuyor. Doğayı sevenler için mükemmel bir yer olduğu gibi aynı zamanda farklı kültürel arka planıyla da ilginç bir yer. Bölgedeki birçok mağaradan Sumaging, Lumiang ve Balangagan Mağaraları’nın görülmeye değer yerlerden birisi. Bu bölge yine çilek ve böğürtlenleriyle de popüler.
Pansiyonumun hemen önünde yol üstünde bulunan Kore restoranında oturan birkaç gezginle tanıştım, bilgi aldım. Alman olduğunu düşündüğüm birisiyle yarın sabah 7 gibi turizm enformasyon ofisinde buluşmaya karar verdik. Kendi grubumuzu oluşturup kılavuzumuzu ayarlayacağız, böylelikle de maliyeti düşürmeye çalışacağız.
Turizm ofisine gidip bilgi alırken benle birlikte Banaue’den gelen 2 Filipinli kız da oradaydı. Onlar mağara turuna bugün gitmek istiyorlardı, zamanları yokmuş, ben ise katılamayacağımı söyledim. Birkaç dakika sonra yine Banaue’den birlikte Bontoc’a gittiğimiz 2 Fransız kızla birlikte kılavuzlarını da alarak gittiler. Borneo’daki mağara yürüyüşü deneyimim aklıma gelince onlara katılmamaya karar verdim. Mağara yürüyüşleri pek de kolay sayılmaz çünkü. Öğleden sonra saat 3 olmuştu ve bana göre pek de uygun bir saat değildi.
Otele dönüp kameramı alıp Echo Valley’e inmeye karar verdim. Bu vadiye ulaşım hemen kasabanın içerisinden ve oldukça yakınmış. Kılavuz almamın iyi olacağını ama almazsam da kendi başıma gidebileceğimi söylemişlerdi. Okulun yanından kiliseye ulaşıyorsunuz ve oradan da ilerlediğinizde kasaba mezarlığının içerisinden geçip vadiye iniyorsunuz. Hiçbir işaret yok, kendi önsezileriniz ve deneyiminizle ancak yolu bulursunuz. Yolda karşılaştığım birine sorduğumda beni yönlendirdiği patikayı takip ettiğimde yüksek bir uçuruma ulaştım. Belli belirsiz aşağıya inen yolların riskini düşününce bunun vadiye inen patika olamayacağını düşündüm.
Geriye dönüp mezarlığın çevresinde patika aradım ve birini takip ettiğimde, patikanın vadiye indiğini gördüm. Bu işi anlamamıştım doğrusu. Turizm ofisindeki haritada ise mezarlığın içerisinden geçen yolu göstermiyordu. Neyse kimin umurunda. Aşağıya inen patikayı takip edip vadinin dibine ulaştım. Sağlı sollu çok yüksek kayalıkların arasındaki vadi yemyeşil, toprak ıslak ve bazı yerler çamur. Patikayı takip edip kayalıkların dibine ulaştığımda karşımda hayatımda ilk defa gördüğüm şeyler duruyordu. Dik kayalıklarda, kayalara tutturulmuş asılı halde duran tabutlar. Hanging Coffins olarak adlandırılan bu asılı tabutlar yöreye ait kabilelerin 2.000 yıllık bir geleneğiydi.
Patikayı yürüyüp yer altı nehrine ulaştım. Bu civarlar oldukça kaygan ve bende ise sadece parmak arası terlik var. Yol kenarında bulduğum bir kuru ağacı yürüyüş sopası olarak kullanınca daha kolay yürümeye başladım. Bazı yerler tamamen çamur olduğundan buz kayganlığından farkı yok. Birkaç defa terliklerim kaysa da kendimi yerde bulmadım.Ancak bir defasında daracık patikada durup fotoğraf çekeyim derken, otluk bir yere adımımı atınca az daha aşağıya yuvarlanıyordum. Meğer benim patika kenarında ot olarak gördüğüm bitkiler aşağıya kadar inen bir yamacı kapatıyorlarmış. Ayağımı bir anda boşlukta hissedince ağaç dallarına tutunarak kendimi kurtardım. Dikkatli olmak gerek.
Patika zor bir yol değil, çamurdan olması ve işaret olmaması biraz karmaşa yaratıyor. Patikayı takip edip gürül gürül akan bir dereye ulaştım. Bu dere sonrasında karşıdaki küçük bir mağaraya göz attım. Patika burada, mağara içerisinden geçen nehir nedeniyle kaybolmuştu. Yol nerden devam ediyor bilmiyordum. Mağaraya göz attım, karanlık ve yarasa dışkısı kokuyordu. Mağaranın içerisinden, hemen sağından devam edince oradan patikanın devam ettiğini gördüm. Bu patikayı takip ederek de evlerin bahçelerinden geçip ana yola ulaştım. Echo vadisi görülmeye değer, tek eksiği turizm ofisinin tabelalar ve patikalar konusunda bir şeyler yapması gerekmesi. Belki de bu haliyle daha çok kılavuza ihtiyaç duyacağınızdan bir şeyler yapmıyorlar.
Kore restoranında yemek yedikten sonra hemen yanda yine onlara ait salaş bara geçtim. Orada İrlandalı bir gençle tanışıp sohbet ettik. Avustralyalı olduğumu düşündü, kafası zaten iyiydi. Bir şeyler içmiş olmalıydı. Her zamanki gibi birbirimizin gezi hikayelerini paylaştık. Böylesi anlar gezide en keyif aldığım anlardan biridir. Günün aktivitesi, yolculuğu veya yorgunluğu sonrası bir restoranda veya barda oturup bir şeyler içerken yeni birileriyle tanışıp oradan buradan konuşmaya başlamak. Bir gezgin kültürü bu zaten, herkes iletişime açık. Böylesi sohbetlerde edinilen bilgiler, karşıdaki kişinin maceraları, etkilendiği coğrafyalar hakkında bilgiler almak eşsiz. Seyahat kitaplarından, internet sitelerinden değil de, deneyimlemiş gezginlerden bilgi almak en güzeli.
İrlandalı James bazen İngilizce dersi vermiş gezilerinde, bazen gönüllü olarak resortlarda yer ve yemek karşılığında çalışmış. Kafasına göre takılan James’e tekrar Çin’e dönecekmiş. Neden üçüncü kez Çin’e gitmek istediğini sorunca aldığım cevap “bilmiyorum adamım, inan bilmiyorum…” İlginç insanlarla tanışmayı seviyorum.